15 Ağustos 2015 Cumartesi

Direniş... Aşk...



Bu bir direniş hikayesi, belki de bir aşk hikayesi…

Aşk ve direniş de diyebiliriz. Ne de olsa aşk da direnişin, direniş de aşkın fıtratında var.

Manuşyan’ı anlatacağım size. Bu toprakların defalarca ezilmiş, sürülmüş, katledilmiş, kimliği yok edilmiş halkından olan Misak Manuşyan’ı. Onu, aşkını ve omuz omuza çarpıştığı 22 arkadaşını.

Ermeniydi Manuşyan. Ermeni kökenli Fransız bir şair.

1906 yılında Adıyaman’da doğdu. Üç kardeşin en küçüğüydü. 1915’te ailesi sürüldü, öldürüldü. Bir kendi bir de ağabeyi kaldı. Önce Suriye’de bir yetimhaneye gönderildiler. Kendileri gibi hayatın pek de adil davranmadığı çocuklarla beraber büyüdüler. 10 yıl sonra adresleri Marsilya idi. Ardından da Paris… Artık Avrupa’nın merkezindeydiler. Ağabeyi dayanamadı ama. Bedeni yaşadıklarını kaldıramadı. Öldü. Yetim Manuşyan bir kez daha yetim kaldı.

Şimdiye kadar yüzüne pek de gülmeyen hayatla baş başaydı artık. Edebiyata meraklıydı. Şiirler yazıyordu. Emekçiydi de. Citroen fabrikasında işe girdi. Ama büyük kriz sırasında işinden de oldu. Edebiyat vazgeçilmeziydi, dergiler çıkardı, yazılar yayınladı, şiirler yazdı. Bir taraftan da Sorbonne’da edebiyat, siyaset, felsefe ve ekonomi politik derslerini izliyordu.

Fransız Komünist Parti’sine üye oldu. Ne de olsa ezilmişti yıllarca haksızlığa karşı da pekala savaşırdı. Yazılarıyla, fikirleriyle, yürekliliğiyle çok dikkat çekti, çok sevildi.

O sırada yıllarca acı çekmiş yüreği ona kırmızı bir karanfili hediye etmişti. Melinee’yi.

O da yetimdi. Kendi gibi Ermeni bir yetim. Çok aşık olmuştu Manuşyan. O kadar aşıktı ki o cengaver adam Melinee’nin karşısına geçtiğinde konuşamıyordu. Aşkını bir türlü ilan edemedi.

Bir gün sordu ona “ben bir kızı seviyorum, sevdiğimi görmek ister misin?”

Heyecanlı kadın belki de anlam veremeden, belki de içinde bir buruklukla “tamam” dedi. Manuşyan çıkardı cebinden aynasını ve ona verdi, yüzüne tuttu. Bu bir aşk ilanıydı, iki yetim evlendi. Melinee artık Manuşyan’ın yoldaşıydı. Sırdaşı, hayat arkadaşı…

O süreçte hem şiirler yazdı hem de Fransız sanatçıları, aydınlarıyla sağlam ilişkiler kurdu. Konuştu, tartıştı. İşçi hareketi yükselişteydi o da bu harekete tepkisiz kalmadı. Ermenistan’a Yardım Komitesi’nde yer aldı bir yandan da. Faşizm kol geziyordu. İspanya iç savaşı başladığında katılmak istedi. Bir fabrikada tornacı olarak çalıştı. Bir süre sonra tekrar Paris’e döndü. İkinci Dünya Savaşı tüm ağırlığıyla çökmüştü üstlerine. Fransa, Nazilerin işgaline uğradığında Partizanlara katıldı. İşgale karşı mücadele edilmeliydi, bir adım atılmalıydı. Ama çalışmaları devam ederken yakalandı. Antikomünist bir operasyonda aldılar. Ancak komünist olduğuna ilişkin bir delil bulunamayınca serbest kaldı. Ve bundan sonra her şey daha farklı olacaktı.

Fransızların büyük kısmı teslim olmuştu, hatta işbirliğine girmişlerdi, işgali kabul etmişti. Vichy rejimi Yahudileri Nazi kamplarına yollamaya başlamıştı bile. Alman işgali tüm baskısını Fransa üzerinde kurmuştu. Harekete geçilmeliydi. Fransa’da doğmamıştı belki ama ülkesi orasıydı Manuşyan’ın. Sokaklarda işgalciler değil, halk olmalıydı. ‘Göçmen İşgücü’ kolunun başına geçti. Fransa’da yaşayan yabancı işçiler örgütlenecekti. Emekçilerden başlardı mücadele. Fransa’da da çok göçmen vardı. Manuşyan gibi 1915’ten kaçan Ermeniler, Orta Avrupa’dan kaçan Yahudiler, Polonyalılar, Romanyalılar, İspanya iç savaşında, İtalya’da komünist mücadele vermiş olanlar Fransa’ya gelmişti.

Nazizm’e karşı mücadelede bir oldular. Bu göçmen işçilerin direnişiydi. Manuşyan ve grubu eylemlerine başladı. Öyle profesyonel eylemciler gelmesin aklınıza ama. İnşaat işçisi, tornacı, tesviyeciler vardı aralarında. İşçiydiler işte.

Almanların imalathanelerine, ulaşım hatlarına saldırılar düzenlediler. Arka arkaya çok sayıda eylem yaptılar. En ses getireni ise SS generali Julius Ritter’in öldürülmesiydi. Fransa halkının cani olarak gördüğü generalin ölümü alkışlarla karşılandı. Artık direniş onların çevresinde dönüyordu. Ve Fransa özgür olmalıydı.

Vatan bildikleri o toprağı savunmaları gerekiyordu.

Peki aşk… Melinee… Aşkta olduğu gibi direnişte de el elelerdi. Genç kadın kimi zaman silahları sakladı, taşıdı, kimi zaman metinleri yazdı, bildirileri dağıttı. Sürekli taşınmalar, kaçışlar, eylemler. Bir mücadeleydi yaşamak. Ve o mücadelede yan yanaydılar. Sırtlarını birbirlerine dayadılar. Yıllar sonra Melinee o günleri anlatırken “Her hayat ayrı bir kavgadır. Bizimki, Manuş’la benim hayatımız, belli bir kavganın parçasıydı. Bu kavganın çehresi değişmiş olabilir, daha çok ve sık sık da değişecektir. Fakat kavga daima sürecektir: Hayatı hayat yapan da budur işte.” diyecekti. Çok güçlüydü, çok dirayetli ve cesur.

‘Stalingard Müfrezesi’ yani Manuşyan grubu’nun eylemleri Alman birliklerinin ve işbirlikçi Fransız polisinin sabrını tüketmişti. Her yerde onları arıyorlardı. İşgale direnenlere “terörist” diyorlardı. Arkalarında başka güçler olan teröristler!

Ve Kasım 1943’te yakalandılar. Hem de bir Fransız’ın ihbar etmesiyle. Grup üyelerinin hepsi tutuklandı. O andan sonrası yoğun işkenceler demekti.

Naziler ve ‘kukla’ Vichy hükümeti bu davayla ‘özel’ olarak ilgilendi.

23 kişiydiler. Aralarında tek kadın vardı. Olga Bancic. 23’ler diye anıldı sonra. İkisi Ermeni, ikisi Romanyalı, ikisi Macar, biri İspanyol, beşi İtalyan, sekizi Polonyalı, üçü Fransız. Arkalarında hiçbir güç yoktu. Ancak üyelerin çoğunun Polonyalı olduğundan bunun Almanya ve Fransa’ya karşı düzenlenen “Yahudi-Bolşevik” bir komplo, onların da ” Yabancı teröristler” olduğunu söylediler. Bu algıyı oluşturmak için her yolu denediler.

23’ünden hiç biri o ağır işkencelerde konuşmadı. Tek söyledikleri eylemleri niye yaptıklarıydı. Her birinin de kendine göre söyleyecekleri vardı. Her biri başka yerinden yaralanmıştı çünkü. Yahudiler Nazilere karşı kendini savunduğu söyledi, Ermeniler Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların onayıyla katledildiklerini, Polonyalılar ülkelerini Hitler’in yok ettiğini ve Naziler’in saldırısından sonra yeni vatanı belledikleri Fransa’yı bu sefer bırakmayacaklarını… Hiç pişmanım demediler. Fransa’ya karşı görevleriydi bu onların. Öyle diyorlardı.

Aslında kararı önceden verilmiş yargılama da devam ediyordu. Hitler yakından takip ediyordu davayı. İşgal mahkemesine çıkartıldılar. Misak Manuşyan’a gelmişti konuşma sırası. Önce Almanlara döndü: “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!” dedi ve ardından Fransızlara döndü: Fakat size gelince, sizler Fransız’sınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik!

Bir uyruk hak edilir mi? Edilir işte!

Mahkeme başkanı hepsine “af diliyor musunuz? ” diye sordu. Hepsi Manuşyan’a baktı, hiçbiri af dilemedi. 23’ü de ölüm cezasına çarptırıldı. Göze aldıkları son gelmişti.

Ve güneşli bir günde 21 yoldaşıyla 21 Şubat 1944’de Paris’in batısında Mont-Valerien kalesinde kurşuna dizildi. Grubun tek kadın üyesi olan Olga Bancic ise Almanya’da giyotinle öldürüldü.

Yok edildiler.

23’ler halkın da desteğini almıştı. Onların yakalanması, öldürülmesi tepkiye neden olmuştu ve tabii ki bu tepki bastırılmalıydı.

Hükümet ve Nazi Propaganda Servisi afişler hazırlamıştı. Kan rengini hatırlatsın diye kızıl fon üzerinde 23 kişiden 10’unun fotoğrafı vardı, fotoğrafların üstlerinde de nereli oldukları ve haklarındaki suçlamalar yazıyordu. Manuşyan Ermeni, Alfonso İspanyol, Elek Macar… Yapılan eylemlerin fotoğrafları da vardı… Üst kısımda “Kurtarıcılar mı?” altta ise “Suç Ordusu Tarafından Kurtarılmak!” yazıyordu. Afiş bir yandan sizi bu suçlu yabancılar mı kurtaracak derken bir yandan direnişin “dış mihraklar” tarafından yapıldığını söylüyordu. Bu yabancılar mı Fransa’yı kurtaracaktı? Tüm sokaklar afişlenmişti. Ama hesaba katılmayan bir şey vardı. Beklemedikleri bir karşılık aldılar. Gündüz asılan afişler gece olunca yüz değiştiriyordu ve sabah ortaya çıkıyordu o sürpriz. Hükümetin ve işgal servisinin itinayla hazırladığı o afişlerin üzerleri geceleri “evet Fransa’yı bunlar kurtaracak”, ”Fransa için öldüler” yazılarıyla donatılmıştı. Halkı korkutmak için yapılan plan ters tepti, “Kızıl Afiş” direnişin sembolü oldu. Özgürlük uğruma ölmenin simgesi haline geldi…

Onların ardından şair Louis Aragon şöyle diyecekti.



Asıldı yüzleriniz kentlerimizin duvarlarına,

Gece ve sabah karasıydınız, korkutucu, süzgün.

Bir afiştiniz, kızıl bir kan lekesi gibi,

Adlarınızı bile söylemek öylesine güçtü ki,

Gelip geçende dehşet etkisi yaratın istediler.

Sizi kimse Fransız olarak görmez gibiydi,



’FRANSA İÇİN ÖLDÜLER’ yazdı resimlerinizin altına.

Bambaşka bir sabaha o gün başlayan

Tekdüze rengi vardı bir şeyde kırağının,

Şubat sonuydu, son anlarınızdı,

….

Tüfekler çiçek açtığında yirmi üç kişiydiler

Vaktinden önce canını veren yirmi üç kişi

Yirmi üç yabancı, ama yirmi üç kardeş

Yaşamı uğruna ölecek kadar seven yirmi üç kişi

Düşerken toprağa “FRANSA” diye haykıran 23 kişi…



Manuşyan ölmeden hemen önce hem hayata hem de biricik yoldaşı, sevdiği Melinee’ye veda etmek için kağıdı kalemi eline aldı. Ve yazdı… Son mektubu aşkına, karısına oldu.

“Sevgili Melinee, benim sevgili küçük yetimim,

Birkaç saat sonra bu dünyada olmayacağım. Öğleden sonra saat üçte kurşuna dizileceğiz. Bu bana, yaşamımdaki herhangi bir kaza gibi geliyor; inanmıyorum, ama gene de seni bir daha hiç göremeyeceğim.



Sadece seni yeterince mutlu edememiş olmaktan ötürü derin bir üzüntü duyuyorum; senin de her zaman arzu ettiğin gibi sana bir çocuk verebilmeyi o denli isterdim ki. Bu yüzden, savaştan sonra mutlaka evlenmeni ve benim mutluluğum için bir çocuk sahibi olmanı ve benim son isteğimi yerine getirmek üzere, seni mutlu edecek biriyle evlenmeni istiyorum.



Bugün hava güneşli. Sevgili karım ve sevgili dostlarım; yaşama, güneşe ve doğanın o çok sevdiğim güzelliklerine bakarken veda edeceğim. Bana kötülük yapan ya da yapmayı istemiş olan herkesi bağışlıyorum; ancak canını kurtarmak için bize ihanet edenleri ve bizi satanları asla bağışlamayacağım. Seni ve senin yanı sıra kız kardeşini ve uzak yakın tüm dostları sımsıkı kucaklıyorum; hepinizi kalbimin bir köşesine yerleştiriyorum. Elveda. Dostun, yoldaşın ve kocan…”



Ve Melinee yalnızdı artık. Bir kez daha yetim kalmıştı. Yalnız, yetim Melinee… Ama dönmedi, sevdiğini uğruna kaybettiği yoldan geri adım atmadı. Savaş süresince “Jacqueline Albertini” takma adıyla direniş saflarında mücadeleye devam etti. Savaş bitince Ermenistan’a döndü, öğretmenlik yaptı.

Yıllar sonra kocası Manuşyan’ı,

‘O doğuştan kahraman değildi. Bunun yaşayan bir örneğiydi. Öyle ki, kahramanlığı, gündelik hayatın her anında gözlerinizi kamaştırabilirdi. İçindeki güç, sıra dışı bir kaderin habercisiydi. Ölümü korkunç bir talihsizlik oldu. Kurşuna dizildiğinde otuz yedi yaşındaydı…. Manuş’un eylemleri, eyleme geçmenin karşılıksız olmadığı bir dünyada gerçekleşti: Bedellerin hayatlarla ödendiği bir dünyada. Manuşyan bu yüzden öldü, fakat istediği yaşamaktı, konuşmaktı, sevmekti, dünyayı değiştirmek ve kendisini de onunla birlikte değiştirmekti, ondan ayrılmak değil…” diye anlattı.

Melinee Ermenistan’a gittikten 17 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Artık yıllar yıllar geçmiş, her şey değişmişti. O zamanın “terörist”lerindendi, ama sonra Fransa özgürlük mücadelesine katkılarından dolayı François Mitterand tarafından verilen Légion d’honneur nişanıyla ödüllendirildi. 74 yaşında da Fransız vatandaşlığına alındı.

Ve hiç evlenmedi…

Hiç çocuğu olmadı…

Son nefesine kadar Manuşyan’ı yaşattı.

Fransız vatandaşı olduktan iki yıl sonra Paris’te öldü. Son adresi sevdiğinin, yoldaşının yamacıydı, yanına gömüldü.

Resmi tarih kitapları onları yazmadı, yazsaydı da kitabın “terörist” kısmında olurlardı büyük ihtimalle.

Gerçekle kitaplar uymaz çoğu zaman.

Nasıl başlamıştık?

Bu bir direniş hikayesi, belki de bir aşk hikayesi…

Aşk ve direniş de diyebiliriz. Ne de olsa aşk da direnişin, direniş de aşkın fıtratında var…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder