15 Ağustos 2015 Cumartesi

Belki de aşk bir göze alıştır...





Gel çıkalım sevgilim gel
Gel kurtulalım birler hanesinden
Çekelim gidelim bir uçtan uca
Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar
Sevelim sevelim sevelim
Sevebileceğimiz kadar…

Sevebileceği kadar sevmek... Sevdiğinin aşkına acıkmak böyle bir şey herhalde. Vay be ne dizeler…

Benim için apayrı bir anlamı daha var. Aşık olduğum adamla düğünümüze bu dizelerle çağırdık sevdiklerimizi. Birler hanesinden çıkarken Bedri Rahmi yanımızdaydı.

Sanatçı kimdir deseniz tanımlamakta zorlanırım belki ama.Bedri Rahmi Eyüboğlu sanatçının en hasıdır. Ressam, şair, yazar ya da şair, ressam, yazar ya da ya da şair,yazar,ressam.Hangi özelliği daha önde hangisinde daha başarılı karar vermek zor. Hepsi birden işte! Nihayetinde sanatçı kafası…

Bedri Rahmi’yi sadece yazdıklarını okuyarak veya yaptığı resimlere bakarak anlayamazsınız. Yaşadıklarını bilmek lazım, biraz içinde hissetmek, biraz yerine koymak. O dizelerin karşılığını öğrenmek.

Ben biraz size yardımcı olayım diyorum. Ucundan azıcık anlatayım.

Bedri Rahmi, Trabzon Görele’de doğdu, liseye kadar da oradaydı. Aklında ne resim ne şiir vardı o sıra. Berbat bir lise hayatı yaşıyordu, dayanamadı İstanbul’a gitti. Güzel Sanatlar Akademisi’ne de burada başladı. Yetenekliydi. Hocalarının da önerisiyle Fransa’ya gitti. Ağabeyi ile bursunu paylaşacak ve resmini geliştirecekti. Bir gün Andre Lhote’un atölyesine gitti, işe o andan sonra Bedri Rahmi’nin hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü aşkla karşılaşmıştı. Ernestine ile… Romanyalı Ernestine Letoni. Romanyalı ressam Ernestine Letoni.

Birbirlerine aşık oldular. Birbirlerine çok aşık oldular. Bedri Rahmi artık Londra’daydı, Ernestine Paris’te. Deli gibi mektuplaştılar. Deli gibi… Aşık gibi… Ayrıldıkları an kağıda kaleme sarılıyorlardı,özlüyorlardı.Bazen mektup yazacak kağıt, mektubu gönderecek pul alacak paraları yoktu. Ne konuşulacaklar bitiyordu ne yazılacaklar ne de susulacaklar.Bedri Rahmi fırsat buldukça sevgilisinin yanına gidiyordu, fırsat ve para buldukça.Sonra Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı.Mesafeler uzaklaşmıştı. Ama mektuplar nefes kadar yakındı. Ernestine de artık ülkesine dönecekti, dönerken Türkiye’ye geldi. Sevdiği adamdan uzak kalamadı.Eyüboğlu ailesi de öğrenmişti artık ilişkilerini, şiddetle karşı çıktılar.Romanyalı Ernestine hayallerindeki gelin değildi.

Ernestine Türkiye’den ayrıldı ama bu kısa bir ayırılıktı, vazgeçmeye niyeti yoktu. Yanında Bedri Rahmi’nin tablolarını da götürdü ve Bükreş’te onun ilk sergisini Ernestine açtı. Bedri Rahmi de bir yandan çevirmenlik yapıyor, Tan Gazetesi’ne yazılar yazıyordu.Mektuplar ise devam ediyordu. Bir süre sonra Ernestine tekrar İstanbul’a geldi. En sonunda aileler de ikna olmuştu. Aşıklar buna da göğüs germiş,kazanmıştı. Tanışmalarından 5 sene sonra evlendiler. Ernestine artık Türkiye’ye yerleşmişti, ismi de değişmişti. Eren… Artık Eren Eyüboğlu'ydu. Bedri Rahmi bulmuştu ona bu ismi.

Bedri Rahmi şimdi ev geçindirmeliydi. Tekel Genel Müdürlüğü’nde işe girdi.Sigara paketlerine figür tasarladı. Akademik hayata da adım attı, Güzel Sanatlar Akademisi’nde de asistanlık yapmaya başladı. Devlet erkanı ile yurt gezilerine katılıyor,gittiği şehirlerde gördüklerini resmediyordu.Önemli eserlere imza atıyor, övgüler alıyordu. Evliliklerinin üçüncü yılında askere gitti. Bu sefer arkasında iki kişi bırakmıştı. Bir de oğlu vardı. Yine mektuplar bitmiyordu.

Askerden döndükten sonra Güzel Sanatlar’daki görevine devam etti. Hayatını tamamen değiştiren o an da gelip çatmıştı. Fakülteye misafir bir öğrenci geldi. Mari… Mari Gerekmezyan. Heykeltıraştı. Yetenekliydi de. Bedri Rahmi o kadına öyle bir tutuldu ki, hayatını avucuna bırakacak kadar aşık oldu, kapandı gözleri. Kadın da ona aşık oldu, kavruldu. Yasaktı adam ona ama kara sevdaydı işte. Bedri Rahmi’nin Mari ile beraber dili değişti, resmi değişti kim bilir belki kendi değişti. Hayatının en üretken dönemine girmişti. Karadut demişti Mari’ye. Karadut’uydu onun. "Karadutum, çatalkaram, çingenem" diye yazmıştı. Şiirleri hep Mari içindi artık. Yıllar sonra ona "seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar” diyecekti. Kara saplı bir bıçak olacaktı Mari, sinesine saplanacaktı.

Resimleri de onu anlatır olmuştu. “At üstünde aşıklar" tablosunda, at üstündeki iki çıplak aşık vardı. Erkek olan, atının terkisindeki kadını kaçırıyordu. Bedri Rahmi, Mari’yi kaçırıyordu. Mari de Bedri Rahmi’nin büstünü yapmıştı. O yokken büstü vardı yanında.

Artık dünya alem biliyordu aşklarını. Nasıl saklanırdı ki böyle tutku. Dünya alem biliyordu, Eren Eyüboğlu da biliyordu. Ama umutla bekliyordu. Geçer diye bekliyordu. Geçmedi…

Aşkları geçmedi ama ince hastalık Mari’yi buldu. 1946’da menenjit tüberküloz kaptı. Antibiyotik gerekiyordu ama o dönem savaş daha yeni bitmişti.Bulmak çok zordu üstelik çok pahalıydı. Mari’nin tek dayanağı Bedri Rahmi’ydi. Yaşadığı aşk yüzünden ailesi, çevresi sırt çevirmişti. İlaç lazımdı ve Bedri Rahmi sevdiği kadını iyileştirmeliydi. İlaç alabilmek için tablolarını yok pahasına sattı. Değer biçmekte zorlandığı resimlerini birer birer satıp Mari’ye ilaç aldı. Onu kaybetmemek için her şeyi yaptı. Olmadı.

Mari Gerekmezyan daha 34 yaşındayken öldü. Aşkının da sanatının da en ateşli döneminde gitti. Adını çok duymadıysak sadece erken yaşta öldüğünden değil… Mari, hem Ermeni’ydi hem de yasak aşk yaşayan bir kadın. Yalnızlaştırıldı,eserlerine kıymet verilmedi. Hakkında bilgiye ulaşmak bile çok zor. Başarılı bir heykeltıraştı belki ama iz bırakamadı. Adı hep Bedri Rahmi Eyüboğlu isminin altında kaldı. Ama o bunu da göze almıştı.

Bedri Rahmi, Mari’den sonra hayata küstü, yıkıldı. Gelip omzunda ağladığı kişi ise Eren Eyüboğlu’ydu. Eren, yine açmıştı kapısını.

Bedri Rahmi artık hüzün dolu şiirler yazıyordu.

“Halaylar durdu
Horonlar durdu
Al damar, mor damar, şah damar sustu



Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu. “ diyordu ardından

“…

Yar yar! Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var” diyordu bir başka şiirinde

Sitem ediyordu. Yokluğunda yüreği yorulmuştu.
Eren Eyüboğlu ise sabrediyordu. Sanatına küsen Bedri Rahmi’yi tekrar sanatına döndürmeye çalışıyordu hatta. Aşk, sabretmek demekti belki. Unutur diye beklemekti.
Bekledi…
Geçti sandı...
Mari’nin ölümünden 3 yıl sonra Eren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Büyük Kulüp’te bir yemektelerdi. Davetliler Bedri Rahmi’den Karadut şiirini okumasını istedi.
Ayağa kalktı ve okumaya başladı

"Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
...

Kadınım, kısrağım, karımsın.”

Okudu ve ağlamaya başladı. Tekrar kanamıştı. Karısı yanında, davetliler karşısında ölen sevgilisine ağlıyordu. Karımsın dediği ölen sevgilisine. İşte o zaman Eren Eyüboğlu pes etti. Bitmeyecekti bu sevda. Eşyalarını topladı, Paris’ gitti. Bedri Rahmi şimdi tamamen yalnızdı.

Zaman geçti, Eren'e bir mektup yazdı. Eren de Paris'ten o mektuba cevap verdi, içinde sitem vardı


" Canuşkam;

Kulüpte bir gece, bir şiir okumuştun hani! Hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.

O gece...

Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın. "


Böyle demişti. Kızgın bir ütü yapışmış gibiydi. Yanmıştı.

Bir süre sonra Bedri Rahmi Paris'e karısının yanına gitti.Artık yanlarında yaşamaktan mutluluk duymayı istedi. Oldu da. Yine beraberlerdi. Bundan sonra da hep öyle olacaktı.
Bir daha ayrılmayacak ömürlerini beraber tüketeceklerdi.İstanbul'a döndüler
Bedri Rahmi tekrar sanatına sarıldı.Hiç durmadan üretti. Türkülerden ilham aldı, "ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım" dedi. Halktı onun için önemli olan. Yazdı,yazdı,yazdı. Eşi ile beraber sergiler açtı. Ödüller aldı. Türkiye'de de yurt dışında da Bedri Rahmi konuşuluyordu.Hatta Time dergisi bir sayısında iki sayfasını ona ayırdı. Şiir,resim,heykel,seramik,mozaik... Sayısız eser verdi.Tam bir sanatçıydı yani. Sanatçı, Bedri Rahmi gibilerine denir ancak.

Üretti,üretti ve 64 yaşında, 1975 yılında pankreas kanserinden öldü. Ölene kadar yanındaydı Eren Eyüboğlu. Çok şey yaşamış çok şey göğüslemişti. Yaşadıklarını da unutmamıştı aslında. Bedri Rahmi'nin ardından, oğluna herşeye onun için katlandığını ve Karadut'u hiç unutmadığını söyledi. Evinin bir köşesinde de Karadut'un yaptığı Bedri Rahmi heykeli hep durdu.

Hiç unutmadı, nasıl unuturdu ki insan?

Aşk neydi?

Karadut büyük bir aşktı.
Ama bence Eren Eyüboğlu'nun aşkı daha büyüktü. Sadece oğlu için de göz yummamıştı.Çok sevmişti.
Çoğu insan Bedri Rahmi'nin Mari Gerekmezyan'a sevdasını destansı bulur, aşkın varlığına umut olarak görür.
Ben biten aşkı düşünüyorum Eren'e yazılan o mektupları...
Belki de bitiyordur her aşk, geride yazılmış sayfaları, söylenmiş sözleri bırakarak...
Belki de aşk bir göze alıştır...
Belki...

Direniş... Aşk...



Bu bir direniş hikayesi, belki de bir aşk hikayesi…

Aşk ve direniş de diyebiliriz. Ne de olsa aşk da direnişin, direniş de aşkın fıtratında var.

Manuşyan’ı anlatacağım size. Bu toprakların defalarca ezilmiş, sürülmüş, katledilmiş, kimliği yok edilmiş halkından olan Misak Manuşyan’ı. Onu, aşkını ve omuz omuza çarpıştığı 22 arkadaşını.

Ermeniydi Manuşyan. Ermeni kökenli Fransız bir şair.

1906 yılında Adıyaman’da doğdu. Üç kardeşin en küçüğüydü. 1915’te ailesi sürüldü, öldürüldü. Bir kendi bir de ağabeyi kaldı. Önce Suriye’de bir yetimhaneye gönderildiler. Kendileri gibi hayatın pek de adil davranmadığı çocuklarla beraber büyüdüler. 10 yıl sonra adresleri Marsilya idi. Ardından da Paris… Artık Avrupa’nın merkezindeydiler. Ağabeyi dayanamadı ama. Bedeni yaşadıklarını kaldıramadı. Öldü. Yetim Manuşyan bir kez daha yetim kaldı.

Şimdiye kadar yüzüne pek de gülmeyen hayatla baş başaydı artık. Edebiyata meraklıydı. Şiirler yazıyordu. Emekçiydi de. Citroen fabrikasında işe girdi. Ama büyük kriz sırasında işinden de oldu. Edebiyat vazgeçilmeziydi, dergiler çıkardı, yazılar yayınladı, şiirler yazdı. Bir taraftan da Sorbonne’da edebiyat, siyaset, felsefe ve ekonomi politik derslerini izliyordu.

Fransız Komünist Parti’sine üye oldu. Ne de olsa ezilmişti yıllarca haksızlığa karşı da pekala savaşırdı. Yazılarıyla, fikirleriyle, yürekliliğiyle çok dikkat çekti, çok sevildi.

O sırada yıllarca acı çekmiş yüreği ona kırmızı bir karanfili hediye etmişti. Melinee’yi.

O da yetimdi. Kendi gibi Ermeni bir yetim. Çok aşık olmuştu Manuşyan. O kadar aşıktı ki o cengaver adam Melinee’nin karşısına geçtiğinde konuşamıyordu. Aşkını bir türlü ilan edemedi.

Bir gün sordu ona “ben bir kızı seviyorum, sevdiğimi görmek ister misin?”

Heyecanlı kadın belki de anlam veremeden, belki de içinde bir buruklukla “tamam” dedi. Manuşyan çıkardı cebinden aynasını ve ona verdi, yüzüne tuttu. Bu bir aşk ilanıydı, iki yetim evlendi. Melinee artık Manuşyan’ın yoldaşıydı. Sırdaşı, hayat arkadaşı…

O süreçte hem şiirler yazdı hem de Fransız sanatçıları, aydınlarıyla sağlam ilişkiler kurdu. Konuştu, tartıştı. İşçi hareketi yükselişteydi o da bu harekete tepkisiz kalmadı. Ermenistan’a Yardım Komitesi’nde yer aldı bir yandan da. Faşizm kol geziyordu. İspanya iç savaşı başladığında katılmak istedi. Bir fabrikada tornacı olarak çalıştı. Bir süre sonra tekrar Paris’e döndü. İkinci Dünya Savaşı tüm ağırlığıyla çökmüştü üstlerine. Fransa, Nazilerin işgaline uğradığında Partizanlara katıldı. İşgale karşı mücadele edilmeliydi, bir adım atılmalıydı. Ama çalışmaları devam ederken yakalandı. Antikomünist bir operasyonda aldılar. Ancak komünist olduğuna ilişkin bir delil bulunamayınca serbest kaldı. Ve bundan sonra her şey daha farklı olacaktı.

Fransızların büyük kısmı teslim olmuştu, hatta işbirliğine girmişlerdi, işgali kabul etmişti. Vichy rejimi Yahudileri Nazi kamplarına yollamaya başlamıştı bile. Alman işgali tüm baskısını Fransa üzerinde kurmuştu. Harekete geçilmeliydi. Fransa’da doğmamıştı belki ama ülkesi orasıydı Manuşyan’ın. Sokaklarda işgalciler değil, halk olmalıydı. ‘Göçmen İşgücü’ kolunun başına geçti. Fransa’da yaşayan yabancı işçiler örgütlenecekti. Emekçilerden başlardı mücadele. Fransa’da da çok göçmen vardı. Manuşyan gibi 1915’ten kaçan Ermeniler, Orta Avrupa’dan kaçan Yahudiler, Polonyalılar, Romanyalılar, İspanya iç savaşında, İtalya’da komünist mücadele vermiş olanlar Fransa’ya gelmişti.

Nazizm’e karşı mücadelede bir oldular. Bu göçmen işçilerin direnişiydi. Manuşyan ve grubu eylemlerine başladı. Öyle profesyonel eylemciler gelmesin aklınıza ama. İnşaat işçisi, tornacı, tesviyeciler vardı aralarında. İşçiydiler işte.

Almanların imalathanelerine, ulaşım hatlarına saldırılar düzenlediler. Arka arkaya çok sayıda eylem yaptılar. En ses getireni ise SS generali Julius Ritter’in öldürülmesiydi. Fransa halkının cani olarak gördüğü generalin ölümü alkışlarla karşılandı. Artık direniş onların çevresinde dönüyordu. Ve Fransa özgür olmalıydı.

Vatan bildikleri o toprağı savunmaları gerekiyordu.

Peki aşk… Melinee… Aşkta olduğu gibi direnişte de el elelerdi. Genç kadın kimi zaman silahları sakladı, taşıdı, kimi zaman metinleri yazdı, bildirileri dağıttı. Sürekli taşınmalar, kaçışlar, eylemler. Bir mücadeleydi yaşamak. Ve o mücadelede yan yanaydılar. Sırtlarını birbirlerine dayadılar. Yıllar sonra Melinee o günleri anlatırken “Her hayat ayrı bir kavgadır. Bizimki, Manuş’la benim hayatımız, belli bir kavganın parçasıydı. Bu kavganın çehresi değişmiş olabilir, daha çok ve sık sık da değişecektir. Fakat kavga daima sürecektir: Hayatı hayat yapan da budur işte.” diyecekti. Çok güçlüydü, çok dirayetli ve cesur.

‘Stalingard Müfrezesi’ yani Manuşyan grubu’nun eylemleri Alman birliklerinin ve işbirlikçi Fransız polisinin sabrını tüketmişti. Her yerde onları arıyorlardı. İşgale direnenlere “terörist” diyorlardı. Arkalarında başka güçler olan teröristler!

Ve Kasım 1943’te yakalandılar. Hem de bir Fransız’ın ihbar etmesiyle. Grup üyelerinin hepsi tutuklandı. O andan sonrası yoğun işkenceler demekti.

Naziler ve ‘kukla’ Vichy hükümeti bu davayla ‘özel’ olarak ilgilendi.

23 kişiydiler. Aralarında tek kadın vardı. Olga Bancic. 23’ler diye anıldı sonra. İkisi Ermeni, ikisi Romanyalı, ikisi Macar, biri İspanyol, beşi İtalyan, sekizi Polonyalı, üçü Fransız. Arkalarında hiçbir güç yoktu. Ancak üyelerin çoğunun Polonyalı olduğundan bunun Almanya ve Fransa’ya karşı düzenlenen “Yahudi-Bolşevik” bir komplo, onların da ” Yabancı teröristler” olduğunu söylediler. Bu algıyı oluşturmak için her yolu denediler.

23’ünden hiç biri o ağır işkencelerde konuşmadı. Tek söyledikleri eylemleri niye yaptıklarıydı. Her birinin de kendine göre söyleyecekleri vardı. Her biri başka yerinden yaralanmıştı çünkü. Yahudiler Nazilere karşı kendini savunduğu söyledi, Ermeniler Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların onayıyla katledildiklerini, Polonyalılar ülkelerini Hitler’in yok ettiğini ve Naziler’in saldırısından sonra yeni vatanı belledikleri Fransa’yı bu sefer bırakmayacaklarını… Hiç pişmanım demediler. Fransa’ya karşı görevleriydi bu onların. Öyle diyorlardı.

Aslında kararı önceden verilmiş yargılama da devam ediyordu. Hitler yakından takip ediyordu davayı. İşgal mahkemesine çıkartıldılar. Misak Manuşyan’a gelmişti konuşma sırası. Önce Almanlara döndü: “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!” dedi ve ardından Fransızlara döndü: Fakat size gelince, sizler Fransız’sınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik!

Bir uyruk hak edilir mi? Edilir işte!

Mahkeme başkanı hepsine “af diliyor musunuz? ” diye sordu. Hepsi Manuşyan’a baktı, hiçbiri af dilemedi. 23’ü de ölüm cezasına çarptırıldı. Göze aldıkları son gelmişti.

Ve güneşli bir günde 21 yoldaşıyla 21 Şubat 1944’de Paris’in batısında Mont-Valerien kalesinde kurşuna dizildi. Grubun tek kadın üyesi olan Olga Bancic ise Almanya’da giyotinle öldürüldü.

Yok edildiler.

23’ler halkın da desteğini almıştı. Onların yakalanması, öldürülmesi tepkiye neden olmuştu ve tabii ki bu tepki bastırılmalıydı.

Hükümet ve Nazi Propaganda Servisi afişler hazırlamıştı. Kan rengini hatırlatsın diye kızıl fon üzerinde 23 kişiden 10’unun fotoğrafı vardı, fotoğrafların üstlerinde de nereli oldukları ve haklarındaki suçlamalar yazıyordu. Manuşyan Ermeni, Alfonso İspanyol, Elek Macar… Yapılan eylemlerin fotoğrafları da vardı… Üst kısımda “Kurtarıcılar mı?” altta ise “Suç Ordusu Tarafından Kurtarılmak!” yazıyordu. Afiş bir yandan sizi bu suçlu yabancılar mı kurtaracak derken bir yandan direnişin “dış mihraklar” tarafından yapıldığını söylüyordu. Bu yabancılar mı Fransa’yı kurtaracaktı? Tüm sokaklar afişlenmişti. Ama hesaba katılmayan bir şey vardı. Beklemedikleri bir karşılık aldılar. Gündüz asılan afişler gece olunca yüz değiştiriyordu ve sabah ortaya çıkıyordu o sürpriz. Hükümetin ve işgal servisinin itinayla hazırladığı o afişlerin üzerleri geceleri “evet Fransa’yı bunlar kurtaracak”, ”Fransa için öldüler” yazılarıyla donatılmıştı. Halkı korkutmak için yapılan plan ters tepti, “Kızıl Afiş” direnişin sembolü oldu. Özgürlük uğruma ölmenin simgesi haline geldi…

Onların ardından şair Louis Aragon şöyle diyecekti.



Asıldı yüzleriniz kentlerimizin duvarlarına,

Gece ve sabah karasıydınız, korkutucu, süzgün.

Bir afiştiniz, kızıl bir kan lekesi gibi,

Adlarınızı bile söylemek öylesine güçtü ki,

Gelip geçende dehşet etkisi yaratın istediler.

Sizi kimse Fransız olarak görmez gibiydi,



’FRANSA İÇİN ÖLDÜLER’ yazdı resimlerinizin altına.

Bambaşka bir sabaha o gün başlayan

Tekdüze rengi vardı bir şeyde kırağının,

Şubat sonuydu, son anlarınızdı,

….

Tüfekler çiçek açtığında yirmi üç kişiydiler

Vaktinden önce canını veren yirmi üç kişi

Yirmi üç yabancı, ama yirmi üç kardeş

Yaşamı uğruna ölecek kadar seven yirmi üç kişi

Düşerken toprağa “FRANSA” diye haykıran 23 kişi…



Manuşyan ölmeden hemen önce hem hayata hem de biricik yoldaşı, sevdiği Melinee’ye veda etmek için kağıdı kalemi eline aldı. Ve yazdı… Son mektubu aşkına, karısına oldu.

“Sevgili Melinee, benim sevgili küçük yetimim,

Birkaç saat sonra bu dünyada olmayacağım. Öğleden sonra saat üçte kurşuna dizileceğiz. Bu bana, yaşamımdaki herhangi bir kaza gibi geliyor; inanmıyorum, ama gene de seni bir daha hiç göremeyeceğim.



Sadece seni yeterince mutlu edememiş olmaktan ötürü derin bir üzüntü duyuyorum; senin de her zaman arzu ettiğin gibi sana bir çocuk verebilmeyi o denli isterdim ki. Bu yüzden, savaştan sonra mutlaka evlenmeni ve benim mutluluğum için bir çocuk sahibi olmanı ve benim son isteğimi yerine getirmek üzere, seni mutlu edecek biriyle evlenmeni istiyorum.



Bugün hava güneşli. Sevgili karım ve sevgili dostlarım; yaşama, güneşe ve doğanın o çok sevdiğim güzelliklerine bakarken veda edeceğim. Bana kötülük yapan ya da yapmayı istemiş olan herkesi bağışlıyorum; ancak canını kurtarmak için bize ihanet edenleri ve bizi satanları asla bağışlamayacağım. Seni ve senin yanı sıra kız kardeşini ve uzak yakın tüm dostları sımsıkı kucaklıyorum; hepinizi kalbimin bir köşesine yerleştiriyorum. Elveda. Dostun, yoldaşın ve kocan…”



Ve Melinee yalnızdı artık. Bir kez daha yetim kalmıştı. Yalnız, yetim Melinee… Ama dönmedi, sevdiğini uğruna kaybettiği yoldan geri adım atmadı. Savaş süresince “Jacqueline Albertini” takma adıyla direniş saflarında mücadeleye devam etti. Savaş bitince Ermenistan’a döndü, öğretmenlik yaptı.

Yıllar sonra kocası Manuşyan’ı,

‘O doğuştan kahraman değildi. Bunun yaşayan bir örneğiydi. Öyle ki, kahramanlığı, gündelik hayatın her anında gözlerinizi kamaştırabilirdi. İçindeki güç, sıra dışı bir kaderin habercisiydi. Ölümü korkunç bir talihsizlik oldu. Kurşuna dizildiğinde otuz yedi yaşındaydı…. Manuş’un eylemleri, eyleme geçmenin karşılıksız olmadığı bir dünyada gerçekleşti: Bedellerin hayatlarla ödendiği bir dünyada. Manuşyan bu yüzden öldü, fakat istediği yaşamaktı, konuşmaktı, sevmekti, dünyayı değiştirmek ve kendisini de onunla birlikte değiştirmekti, ondan ayrılmak değil…” diye anlattı.

Melinee Ermenistan’a gittikten 17 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Artık yıllar yıllar geçmiş, her şey değişmişti. O zamanın “terörist”lerindendi, ama sonra Fransa özgürlük mücadelesine katkılarından dolayı François Mitterand tarafından verilen Légion d’honneur nişanıyla ödüllendirildi. 74 yaşında da Fransız vatandaşlığına alındı.

Ve hiç evlenmedi…

Hiç çocuğu olmadı…

Son nefesine kadar Manuşyan’ı yaşattı.

Fransız vatandaşı olduktan iki yıl sonra Paris’te öldü. Son adresi sevdiğinin, yoldaşının yamacıydı, yanına gömüldü.

Resmi tarih kitapları onları yazmadı, yazsaydı da kitabın “terörist” kısmında olurlardı büyük ihtimalle.

Gerçekle kitaplar uymaz çoğu zaman.

Nasıl başlamıştık?

Bu bir direniş hikayesi, belki de bir aşk hikayesi…

Aşk ve direniş de diyebiliriz. Ne de olsa aşk da direnişin, direniş de aşkın fıtratında var…